20 Kasım 2010 Cumartesi

“İSRAİL – ABD – İNGİLTERE” ŞER İTTİFAKI

11 Eylül saldırılarından beri İsrail’in Ortadoğu’da, ABD ve İngiltere üzerinden yürüttüğü bir savaş politikası var ve 9 senedir aktif bir şekilde devam ettirilen sürecin nihai hedefi İran’ın vurulması gibi görünüyor. Türkiye’nin son dönemde ortaya koyduğu dış politikalar ve yaptığı diplomatik ataklardan sonra, büyük devlet olma yolunda adım atmanın beraberinde getirdiği bir güvenlik riski alınmış oldu; nitekim alınması da gerekirdi. Şu anda İsrail-ABD-İngiltere şeytan üçgeninin “Türkiye tehdidi” algısının, “İran tehdidi” algısından aşağı kalır yanı olduğunu sanmıyorum. Belki Türkiye, onlar için İran’ın yerine geçmedi ama attıkları adımlardan anlaşılıyor ki durumdan oldukça rahatsızlar ve aba altından sopa göstermeye başladılar bile.

Şer İttifakının, hedef listesine Türkiye’yi koyduğunun yakın dönemdeki en belirgin örneği, geçen hafta Türk medyasında da geniş yer bulan “El Kaide mensubu Türk F16 Pilotu” haberiydi. Amerikan Associated Press ajansının servis ettiği haberde Türk militanların El Kaide’ye katılmak için Pakistan’a gidip eğitim aldıkları ve o F16 pilotunun da Paris’teki Eiffel kulesine saldırı hazırlığı içinde olduğu belirtilmişti. ABD ve İngiltere istihbarat kaynaklarının, Avrupa’yı (özellikle de Fransa ve Almanya’yı) “havayolu terörü” saldırıları konusunda uyarmasını ve ABD’nin Avrupa için “kırmızı terör alarmı” ilan etmesini de bu haberin yanına koyarsak, durum yoruma fazla yer bırakmayacaktır. Şuanda şeytan üçgeni, Türkiye’yi dünya kamuoyunda radikal “İslam”ın yükseldiği ve küresel terörü besleyen bir ülke gibi göstermek için lobi çalışmaları yürütüyor.

İran’ı Türkiye üzerinden vuramayacağını anlayan ABD’nin başta Suudi Arabistan olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi körfez ülkelerine yapmaya hazırlandığı toplam 120 milyar dolarlık rekor silah satışı tüm dünyayı şaşkına çevirdi ve Körfezin kaynatılarak İran’ın haşlanacağını ön gören savaş senaryoları bir biri ardına gelmeye başladı. Kısacası, bölge çok gergin.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu süreçte yürüttüğü taktik savaşı ise takdire şayan. İran, Rusya ve Çin’le son dönemde imzalanan işbirliği anlaşmaları Anglo-Yahudi ittifakına karşı gerçekleştirilen akıllıca restler. İsrail’in üstünün çizilmesini, Filistin hamiliğini, Çin ile ortak askeri hava tatbikatı gerçekleştirmesini (Anadolu Kartalı) ve komşu ülkelerle tam entegrasyon politikalarını da bunun yanına koyabilirsiniz. Son olarak 8 Ekim 2010’da Tayyip Erdoğan, Çin Başbakanı Ven Ciabao ile birlikte yaptıkları açıklamada, iki ülke arasındaki ticaretin bundan sonra ABD Doları ile değil Çin Yuanı ve TL üzerinden gerçekleşmesi için gerekli çalışmaların yapılması konusunda mutabakat sağlandığını açıkladı. Bu aynı zamanda ABD’ye verilmiş bir “ben sana bağımlı değilim” mesajıydı.

İsrail güdümlü ABD, Türkiye’de Gladyo yapılanması üzerinden, hükümet devirmeye alışmıştı. Böylece savaşmaya gerek kalmadan Türkiye’nin kendi menfaatleri doğrultusunda yönetilmesini sağlayabiliyordu. Bunun örneklerini, yakın tarihimizde birer kara leke olan 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi birçok süreçte gördük. Ama artık şartlar değişti. ABD’nin ve İsrail’in kucağına oturmaya alışmış bürokratik elitlerimiz ve birçok pis işin maşası olan Ergenekon da eski gücüne sahip değil.

Ama yine de dışarıdan baskı yaparak Türkiye’yi uluslar arası kamuoyunda yalnızlaştırmaya ve istikrarsızlaştırmaya çalışması muhtemel olan ittifakın içerideki köklerini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu kökleri kurutmak elzemdir ve bu iş ancak adaletin tesisi ile mümkün olur. Ve unutulmamalıdır ki adaletin tesisi, hariçten gelecek risklere zemin oluşmasını engellemek için değil, hakkaniyetin gereği olarak sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde her platformda dik ve sağlam durulabilir.

Hamza Yardımcıoğlu
10.10.2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder