30 Kasım 2010 Salı

DÜNYAYI YÖNETEN GİZLİ ELİTLER

Küresel politikaların şekillenmesinde rol oynayan üst düzey siyasetçiler, devlet başkanları, sanayiciler, gizli servis idarecileri, generaller, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler vs. gibi insanların, üyesi bulunduğu üç büyük uluslar arası örgüt, tüm dünya insanlarını dolaylı veya dolaysız şekilde etkileyen kararlar alıyor. Bilderberg, CFR (ABD Dış İlişkiler Konseyi) ve Trilateral Commision… Ve yönetim kurulu listeleri incelendiğinde, her üç taşın altından da aynı isimler karşımıza çıkıyor. O isimlerin arasında en önemli olanlardan biri ise David Rockefeller…

Küresel siyasetin bugününü daha iyi kavrayabilmek için bu küresel yapılanmaların tarihçesine kısaca bir göz atmak gerek. Her sene dünyanın farklı bir ülkesinde, “küresel elitlerin” katıldığı ve basına kapalı toplantılar düzenleyen Bilderberg Klübünün kurucusu, sosyolog ve bir politika danışmanı olan Joseph Retinger’di. Retinger aynı zamanda bir Polonya Yahudisi, “İsveç Hürmasonluğu Büyük Üstadı” ve Avrupa Birliğinin oluşmasına öncülük eden Avrupa Hareketinin kurucusuydu.

Kulübün kuruluşu esnasında, “Bilderberg daimi üyesi” olan “Hollanda Prensi Bernhard”dan destek aldı. Retinger’in bu proje için görüştüğü isimler arasında ABD’nin eski Sovyet Büyük Elçisi ve CIA’nın eski direktörlerinden Walter Bedell Smith de vardı. Eski ABD Başkanı Eisonhower’ın danışmanı Charles Douglas Jackson ise ABD hükümeti adına Bilderberg’in organizasyon sürecine önemli katkılarda bulunan diğer bir isimdi.

Bilderberg’in kurulduğu günden beri daimi üyesi olan David Rockefeller 12 Haziran 1915’de ünlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak New York’ta doğdu. Rockefeller hanedanlığının bugünkü reisi olan David Rockefeller, ABD’nin merkez bankası Federal Reserve’in ortaklarından biri ve Bilderberg’in yönetim kurulunda bulunuyor. Ancak Rockefeller ilk bakışta Bilderberg’e rakip bir oluşum gibi görünen Trilateral örgütünün de kurucusu…

“Üç Harfliler Komisyonu” anlamına gelen “Trilateral Comission”, manifestosuna göre ABD, Avrupa ve Japonya’yı yakınlaştırmayı amaçlıyor. Trilateral Comission, ABD ve Avrupa’yı birbirine yakınlaştırmayı amaçlayan Bilderbeg’den farklı olarak, Japonya’yı da bünyesine alıyor. Trilateral Komisyonu, düzenlediği üst düzey, uluslar arası ve fakat gayri resmi toplantılarını 1973 yılından beri sürdürüyor.

Bilderberg ve Trilateral Örgütü ile paralel şekilde faaliyetlerini yürüten diğer bir örgüt ise CFR’dir. CFR, yani Dış İlişkiler Konseyi anlamına gelen Council on Foreign Relations, ABD’nin Dış İlişkilerini geliştirmek amacıyla 1921 yılında kuruldu. Ancak örgütün gayri resmi bir yapılanma oluşu, üstlendiği misyon düşünüldüğünde dikkat çekicidir. CFR’nin bugünkü onursal başkanının, yıllarca örgüt için hizmet etmiş David Rockefeller olması, bu örgütün Bilderberg ve Trilateral örgütleriyle olan benzerliklerinden biridir. Ayrıca bu üç örgütün çok sayıda ortak üyesi bulunması ise aralarındaki organik bağın göstergesidir.

ABD’de nüfuz sahibi olmanın en büyük göstergesi CFR üyesi olmaktır. ABD devlet başkanlarının neredeyse tamamının üyesi olduğu CFR’nin Türkiye’deki kurumsal üyesi TÜSİAD kulübüdür.

Bilderberg’i CFR ve Trilateral’dan ayıran en büyük fark gizlilik politikalarındaki farklılıklardır. CFR ve Trilateral çeşitli yayınlar yaparak “uluslararası ilişkiler” adı altındaki bazı faaliyetlerini kamuoyu ile paylaşmaktadır ancak Bilderberg’de sadece toplantı gündem maddelerinin başlıklarının bir kısmı kamuoyuna açıklanabilir. Dolayısıyla Bilderberg’de çok sıkı gizlilik prosedürleri uygulanır.

Türkiye’de bugüne kadar üç kez yapılan Bilderberg toplantılarının ilki 1959’da İstanbul Çınar Otel’de, ikincisi 1975’te Çeşme Altın Yunus Otel’de ve üçüncüsü 2007’de İstanbul Ritz-Carlton Hotel’de yapıldı…

Aralarında belirgin organik bağlar bulunan bu üç gayri resmi örgütün, gizli Illuminati tarikatının alt birimleri olduğu iddiaları birçok kez gündeme getirildi. İlluminati aydınlanmış olanlar anlamına gelmektedir. 1776 yılında Kabalist bir Yahudi olan Adam Weishaupt tarafından masonik bir yapıda kurulan örgütün, görünen misyonu aydınlanmacılığı yaymak olsa da birçok siyasi olayla adı anılmıştır. 2 Haziran 1784'te tüm Bavyera bölgesinde gizli siyasi amaçları olduğu öne sürülerek yasaklanan örgüt 19. yüzyılın başlarında ünlü Alman filozof Hegel’in katılımıyla canlanarak parlak günlerine döndü. Ve o dönemde “Yeni Dünya Düzeni” düşüncesinin geliştiği bir ütopya topluluğu haline geldi. Illuminati’nin, faaliyetlerine bugün yer atından devam ettiği görüşü birçok araştırmacı tarafından kabul görmektedir.
Dünya finans sektörünü elinde bulunduran küresel hanedanlar arasında, Rockefeller’lar her ne kadar en ön planda görünse de bunların en köklüsü ve muhtemelen en güçlü olanı Rothschild hanedanıdır. Bu hanedanlar birliği, Amerikan federal reserv sistemini, 1910 yılında ABD Parlamentosundan geçirdikleri “Federal Reserve Act” yasası sayesinde ele geçirmiş ve o tarihten itibaren ABD Dolarını basma yetkisini kazanmıştır. Amerikan ulusal para sistemi, tahvil karşılığı borç esasına dayalı olduğu için ABD’nin bütün parası aslında bunlarındır ve bunlar ABD devletinin gizli sahipleridir. İsrail devletini kuranlar da bunlardır ve İsrail’in kukla hükümetlerinin ötesine bakarsak, devletin sahipleri olarak bu isimleri görürüz. Osmanlının yıkılışından kısa süre önce Sultan Abdülhamid’den para karşılığı Filistin topraklarını isteyen Theodor Hertzl’in finansörü, burada bahsettiğimiz Rothschild hanedalığıdır.

Abdülhamid Filistin’i satmayı reddetmişti. Böylece 1897’de Basel’de gerçekleştirilen Siyonist Kongrede alınan kararlar doğrultusunda b planı devreye sokuldu. Theodor Hertzl o kongrede İsrail devletinin kurulduğunu ve 5 veya 50 sene sonra dünyanın da bu devleti resmen tanıyacağını söylemişti. Birinci plan tutsaydı, yani Abdülhamid, Osmanlı’nın dış borcunun kapanmasını sağlayacak parayı alıp Filistin’i verseydi beş sene içinde Siyonist süreç tamamlanmış olacaktı. Bu yüzden Hertzl’in ikinci öngörüsü gerçekleşti ve 51 yıl sonra 1948’de İsrail devleti resmen kuruldu. Ama burada önemli olan, Rothschild hanedanlığının, Hertzl öldükten sonra da Siyonizm davasını sahiplenerek sürdürmüş olmasıdır. Nitekim 1917’de İngiliz Lloyd George hükümetinin Lord Rothschild’a hitaben yazdığı ve İsrail’in “kuruluş taahhütnamesi” olan Balfour Deklerasyonu, Siyonizm davasının gerçek sahibinin, bu hanedan olduğunu ortaya koymaktadır.

Hamza Yardımcıoğlu
15.11.2010

20 Kasım 2010 Cumartesi

KÜRT BARAJI

Hükümet, “Açılım”ı ilk başlattığı zamanlarda çoğu kişi samimi olduklarına inanmıştı. Hâlâ inananlar var ama sayıları çok daha az. Neden mi? Tabii ki hükümetin Kürt meselesi konusunda izlediği son dönem politikalar ve takındığı tutum…

Anadilde eğitim ve yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması gibi bazı haklı talepler karşılanmadıkça bu sorunun çözülmeyeceği, tersine derinleşeceği aşikârdır. Hükümet politikasının tükendiği nokta da işte burasıdır. Daha “Kürdistan” kelimesini bile telafuz etmenin, tüyleri diken diken ettiği bir politik ortamda bu işin kolay çözülmeyeceği bellidir. Hâl bu ki Güneydeki, tüm dünyanın tanıdığı ve resmen kabul ettiği “Kurdistan Regional Government”i (Kürdistan Bölgesel Hükümetini) bile kafamızı kuma gömerek yokmuş gibi kabul ediyoruz. İstediğimiz kadar korkalım veya adını anmaktan sakınalım; bu, mevcut realiteyi değiştirmeyecektir. Orada, bir Kürdistan var ve Diktatör bir “Cumhuriyet” rejiminin bu ismi yasaklamasından önce, Osmanlının bitimine kadar “bölge” resmen bu isimle anıldı. Devlet, yıllarca varlığını inkâr ettiği bir halkın ismini en sonunda kabul etmiştir ve sıra coğrafyaya gelmelidir. Elbette ki bunun için acele etmemek lazım. Çünkü işler güzellikle ve halkların gönül rızaları sağlanarak çözülmelidir. Bu da gerçeklerin, halka, aydınlar tarafından anlatılmasıyla yapılır... Lazım olan cesarettir…

Kürt meselesinde çözüme doğru ilerlemek için yeni bir fırsat doğdu. DTP, 2011 seçimlerine kadar yeni anayasa konusunda hassasiyetleri kaşıyan taleplerde bulunup gereksiz gerginliğe yol açmayacağını açıkladı. Hükümetin seçimlerden önce böyle bir risk alamayacağını biliyorlar ve anlayış gösteriyorlar.

PKK ise seçimlere kadar eylemsizlik kararı aldı, gereken ateşkes ortamı da sağlandı.

Böyle bir durumda hükümetin, açılım konusunda kaybettiği güveni tekrar kazanması için samimiyetini gösterecek bazı adımlar atması elzemdir. Hele de KCK davalarında 4 Kasımda yaşanan o talihsiz olaydan sonra (kaldı ki davanın kendisi, işleyişi bakımından baştan sona garabettir). “Hâkim” unvanına sahip Menderes Yılmaz isimli şahsın, sanıkların savunmalarında Kürtçe konuşmaları üzerine, Kürtçeyi kastederek “bilinmeyen bir dil” ifadesini kullanması ve bu ifadeyi tutanaklara geçirtmesi, işi, içinden çıkılması daha da güç hâle getirmiştir. Hükümetin KCK sürecine müdahil olmaması ise iki ihtimali gündeme getiriyor. Birinci ihtimal, Kürt meselesinin çözümünde Statükocu anlayışa meylettiği; ikinci ihtimal ise hâlâ Statükocu derin bürokrasiye karşı zayıf durumda olduğu için kendinde olaya müdahale edecek gücü ve cesareti göremiyor olması.

Bu durumda hükümet, seçimlerden önce samimiyetini, %10 olan seçim barajını kaldırarak gösterebilir ve Kürtlerin beklentisi bu yöndedir. Türkiye’de demokrasinin önündeki engellerden biri de bu %10 barajıdır. Ancak gelmiş geçmiş tüm hükümetler bunun bilincinde olduğu hâlde barajı düşürmeye yanaşmamış ve onu yıllarca Kürtlere karşı bir silah olarak kullanmıştır. Kürtlerin ve fikri azınlıkların temsil hakkına tecavüz eden bu baraj muhafaza edildiği sürece “ileri demokrasiden” bahsedilemez. Hükümetin barajı kaldırmaya gücü vardır. Eğer bunu yapmazsa birinci ihtimal kuvvet kazanır ve Kürt meselesinin çözümü uçuruma doğru biraz daha itilmiş olur.

Hamza Yardımcıoğlu
06.11.2010

MAFYA DEVLET

Devlet ve mafya arasında yapısal olarak büyük farkların olduğu kesindir. Ama mevcut uygulamalarda, bu farklar sadece gelişmişlik veya az gelişmişlik bakımından ele alınabilir. Buna aynı işleri yapan iki ayrı kurumun organizasyonel kabiliyet farkları da diyebiliriz.

Örnek olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele alalım. Yerine getirmesi “hak” olan görevlerini bir kenara bırakalım -ki hakka ne kadar riayet ettiği tartışmaya açıktır- ve işlediği suçları, mafya ile kıyaslayarak sorgulayalım…

T.C. yasalarına göre kumar oynatmak yasaktır. Kumar oynatan mafya örgütü, yakayı ele verirse devlet tarafından cezalandırılır. Ama aynı kural devlete işlemez. Devlet, çeşitli piyangolar üzerinden para kazanmayı kendisi için “helal” sayar. (Kumar oynamak da yasaktır ama devletin oynattığı kumarı oynamak serbesttir.)

Mafya kaçak yollarla içki ve sigara dağıtımcılığı yapar. Elbette ki devletin yasağına rağmen... Ama bu işler devletin kendi “tekelinde” olduğu sürece bir sakınca yoktur.

Mafya, dünyadaki en aşağılık insanlar kategorisinde olan kadın satıcılarından haraç alır. Devlet, genel evleri kapatıp kadın satıcılarını cezalandırmak, oradaki zavallı kadıncağızları da korumaya alıp ıslah etmek yerine, bu genel evlerden vergi alır. Devletin “şerefli” polisini de malum yerdeki o sokağın başına kerhane bekçisi olarak diker.

Mafya kendi kurduğu düzene karşı bir tehdit hissederse, tehdit olarak gördüğü unsurları -gücü yetiyorsa- ortadan kaldırır. Devlet, belli kitlelere ulaşıp onları harekete geçirebilecek kabiliyetteki akl-ı selim insanları, sisteme karşı bir tehdit olarak görür ve susturamazsa istihbarat kurumları özerinden faili “meşhur” bir cinayete kurban edebilir.

Bir ironi yapacak olursak: Mafya haraç aldığı insanlara en azından “koruma” hizmeti verirken, devlet, vatandaşını acımasız faizci bankacıların ve diğer bilimum kravatlı haydutların pençesine haksızca terk eder.

“Devlet baba”, mafyaya üstün gelen gücünü kullanarak kendisini legal hâle getirir. Hatta bazen legalite yetmez ve kutsiyete de ihtiyaç duyar. Nitekim Türkiye’de “kutsal devlet” fikri halka dayatılmadı mı, yıllarca? Devletin işlediği daha o kadar legal suç ve zalim uygulama var ki...

Bu yazıyı yazma sebebim, devlet kurumunda köklü değişikliklerin yapılması gerektiğine dikkat çekmekti. Çünkü önümüzdeki dönemde bunun için küçük de olsa bir fırsat var ve istenilirse bu, büyük bir fırsata da dönüştürülebilir. Bu değişiklikler öyle köklü olmalıdır ki vatandaştan haraç alırken hak hukuk tanımayan, küresel elitlerin orta oğlanı hâline gelmiş bürokratların vicdanına tek başına teslim edilmeden; akil insanların ortak aklıyla vücuda getirilmelidir. Hatta öyle ki devletin tabu hâline getirilmiş ideolojisi de artık tartışmaya açılmalıdır…

Hamza Yardımcıoğlu
16.10.2010

“İSRAİL – ABD – İNGİLTERE” ŞER İTTİFAKI

11 Eylül saldırılarından beri İsrail’in Ortadoğu’da, ABD ve İngiltere üzerinden yürüttüğü bir savaş politikası var ve 9 senedir aktif bir şekilde devam ettirilen sürecin nihai hedefi İran’ın vurulması gibi görünüyor. Türkiye’nin son dönemde ortaya koyduğu dış politikalar ve yaptığı diplomatik ataklardan sonra, büyük devlet olma yolunda adım atmanın beraberinde getirdiği bir güvenlik riski alınmış oldu; nitekim alınması da gerekirdi. Şu anda İsrail-ABD-İngiltere şeytan üçgeninin “Türkiye tehdidi” algısının, “İran tehdidi” algısından aşağı kalır yanı olduğunu sanmıyorum. Belki Türkiye, onlar için İran’ın yerine geçmedi ama attıkları adımlardan anlaşılıyor ki durumdan oldukça rahatsızlar ve aba altından sopa göstermeye başladılar bile.

Şer İttifakının, hedef listesine Türkiye’yi koyduğunun yakın dönemdeki en belirgin örneği, geçen hafta Türk medyasında da geniş yer bulan “El Kaide mensubu Türk F16 Pilotu” haberiydi. Amerikan Associated Press ajansının servis ettiği haberde Türk militanların El Kaide’ye katılmak için Pakistan’a gidip eğitim aldıkları ve o F16 pilotunun da Paris’teki Eiffel kulesine saldırı hazırlığı içinde olduğu belirtilmişti. ABD ve İngiltere istihbarat kaynaklarının, Avrupa’yı (özellikle de Fransa ve Almanya’yı) “havayolu terörü” saldırıları konusunda uyarmasını ve ABD’nin Avrupa için “kırmızı terör alarmı” ilan etmesini de bu haberin yanına koyarsak, durum yoruma fazla yer bırakmayacaktır. Şuanda şeytan üçgeni, Türkiye’yi dünya kamuoyunda radikal “İslam”ın yükseldiği ve küresel terörü besleyen bir ülke gibi göstermek için lobi çalışmaları yürütüyor.

İran’ı Türkiye üzerinden vuramayacağını anlayan ABD’nin başta Suudi Arabistan olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi körfez ülkelerine yapmaya hazırlandığı toplam 120 milyar dolarlık rekor silah satışı tüm dünyayı şaşkına çevirdi ve Körfezin kaynatılarak İran’ın haşlanacağını ön gören savaş senaryoları bir biri ardına gelmeye başladı. Kısacası, bölge çok gergin.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu süreçte yürüttüğü taktik savaşı ise takdire şayan. İran, Rusya ve Çin’le son dönemde imzalanan işbirliği anlaşmaları Anglo-Yahudi ittifakına karşı gerçekleştirilen akıllıca restler. İsrail’in üstünün çizilmesini, Filistin hamiliğini, Çin ile ortak askeri hava tatbikatı gerçekleştirmesini (Anadolu Kartalı) ve komşu ülkelerle tam entegrasyon politikalarını da bunun yanına koyabilirsiniz. Son olarak 8 Ekim 2010’da Tayyip Erdoğan, Çin Başbakanı Ven Ciabao ile birlikte yaptıkları açıklamada, iki ülke arasındaki ticaretin bundan sonra ABD Doları ile değil Çin Yuanı ve TL üzerinden gerçekleşmesi için gerekli çalışmaların yapılması konusunda mutabakat sağlandığını açıkladı. Bu aynı zamanda ABD’ye verilmiş bir “ben sana bağımlı değilim” mesajıydı.

İsrail güdümlü ABD, Türkiye’de Gladyo yapılanması üzerinden, hükümet devirmeye alışmıştı. Böylece savaşmaya gerek kalmadan Türkiye’nin kendi menfaatleri doğrultusunda yönetilmesini sağlayabiliyordu. Bunun örneklerini, yakın tarihimizde birer kara leke olan 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi birçok süreçte gördük. Ama artık şartlar değişti. ABD’nin ve İsrail’in kucağına oturmaya alışmış bürokratik elitlerimiz ve birçok pis işin maşası olan Ergenekon da eski gücüne sahip değil.

Ama yine de dışarıdan baskı yaparak Türkiye’yi uluslar arası kamuoyunda yalnızlaştırmaya ve istikrarsızlaştırmaya çalışması muhtemel olan ittifakın içerideki köklerini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu kökleri kurutmak elzemdir ve bu iş ancak adaletin tesisi ile mümkün olur. Ve unutulmamalıdır ki adaletin tesisi, hariçten gelecek risklere zemin oluşmasını engellemek için değil, hakkaniyetin gereği olarak sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde her platformda dik ve sağlam durulabilir.

Hamza Yardımcıoğlu
10.10.2010

15 Temmuz 2010 Perşembe

İnsanlar Nasıl Çoğaldı?


Soru:
Acaba uzayda, dünya gezegeni gibi yaşam barındıran başka gezegenler olabilir mi?

Cevap:
Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet, O, yaratan ve bilendir. (Yâsin Suresi, 81. Ayet Meali)

Soru:
Peki göklerde akıl sahibi canlılar var mıdır?

Cevap:
Göktekiler ve yerdekiler, isteyerek veya istemeyerek gölgeleri ile beraber Allah’a secde ederler. (Rad Suresi, 15. Ayet meali)

Soru:
Gökte secde edenler akıllı canlılar mıdır?

Cevap:
Evet, çünkü ayetin Arapça metninde onları (gökte olanları) tanımlamak için مَن فِي السَّمَاوَاتِ yani "men fis semavati" ifadesi kullanılır. Buradaki men zamiri sadece kişileri tanımlamak için kullanılır (aynı zamanda "kim" anlamına gelir). Eğer akıl sahibi olmayan varlıklardan veya cisimlerden bahsetseydi ayette مَا yani "ma" zamiri kullanılırdı çünkü kişi olmayan varlıkları (hayvan, cisim vs.) tanımlamak için kullanılan zamir "ma" zamiridir ama ayette böyle denmiyor ("ma" aynı zamanda "ne" anlamına gelir). -İngilizce bilenler bu dilbilgisi kuralını hemen anlayacaklardır çünkü aynı yapı İngilizcede de vardır. -Ve bunlar cin veya melek de değillerdir çünkü 'gölge' ve dolayısıyla da 'cismani benden' sahibidirler.

Gelelim şimdi asıl konumuza...

Birçok gezegende, birçok farklı insan türü yaratılmıştır. Bizim büyük babamız Adem'dir. Başka gezegenlerdekilerin büyük babaları başkadır. Ve bu farklı insan türleri tarih içerisinde bir takım münasebetlerde bulunmuşlardır.

Tarihte çeşitli uzaylı insanlar dünyaya gelip, insanlarla evlenerek çeşitli ırkların doğmasına sebep olmuştur. Ve bunların arasında izleri bugüne ulaşanlar da vardır.

Bir Mısır Papirüs Resimi



Nefertiti Büstü


1898 yılında Victor Loret
tarafından bulunan ve 18.
Hanedanlık dönemine
(M.Ö. 14. asır) tarihlenen
kadın mumya.



1947 yılında Roswell'de düşen
Ufo'dan çıkarılan uzaylı.


Tut Ankh Amon Mumyası üzerinde National
Geographic tarafından yapılan 3 boyutlu ultrason
taraması.

Uzaylıların bir zamanlar Mısır'da bir hanedanlık kurdukları ve insanlarla evlenerek melez bir ırk ortaya çıkardıkları, tarihsel belgelere geçmiş olan açık bir gerçektir (Bkz. "Eski Dünyanın Büyük Gizemleri" başlıklı makalemiz).

Bu tarihlerden çok daha öncelerinde de Adem oğulları ve diğer gezegenlerin insanları münasebet kurmuş ve evlilikler yapmışlardır.

Nuh tufanı öncesinde insanlar müthiş bir teknolojiye sahipti ve yedi kat semayı avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Bu gerçek Nuh suresinin 15. ayetinde bize bildirilir. Orada Hz. Nuh'un, insanlara şöyle dediği bildirilir: "Görmüyor musunuz, Allah yedi kat semayı nasıl yaratmış?". Biz daha bugün 'yıldızların bulunduğu yakın göğü', yani birinci kat semayı yeni yeni öğrenmeye başlamış bulunuyoruz. O insanların teknolojisinin bizden kat be kat üstün olduğunu Örtülü Gerçek isimli kitabımızda ayetlerle kanıtlamıştık.

Hz. Adem'in çocukları diğer gezegenlerin insanlarıyla evlilikler yaptılar. Yakın bir gelecekte diğer gezegenlerde bulunan insanlarla tekrar görüşeceğiz ve herkes buna şahit olacak. Ama önce gerçekleşmesi gereken bir olay vardır ve o da zamanı gelince görülecektir.

Şuanda da dünyada bulunan, saf kan kalabilmiş uzaylı kavimler vardır. Bu kavimlerden biri Afrikalı zencilerdir. Nasıl ki Türkler, zamanında Almanya'ya işçi olarak gittilerse, onlar da Nuh Tufanından önce dünyaya işçi olarak getirilmişlerdi. Daha sonra onların iman edenleri, Gemi ile taşınarak kurtarıldılar ve artık dünyada kaldılar...

Ve gökte sizin rızkınız ve vaad olunduğunuz şeyler vardır. (Zariyat Suresi, 22. Ayet Meali)

Şimdilik burada bir nokta koyalım ve yeni makaleleri bekleyelim...

(Yanlış bir şey yazdıysam âlemlerin Rabbinden af dilerim; her şeyi tam olarak bilen odur. )

Hamza Yardımcıoğlu
Ekim 2009

Ahit Sandığı (Tabut-u Sekine)



Tabut-u Sekine'nin peşinde Amerikalı bir kâşif: Indiana Jones


Hatırlarsanız 1981 yılında, yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı ve başrolünü Henry Ford’un oynadığı, Indiana Jones diye bir film çevrilmişti. Ve bu film tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gayet popüler olmuştu. Çoğumuz, bu filmi sıradan bir hazine avcılığı hikâyesiymiş gibi seyretmiştik ancak kahramanımız Indiana’nın, peşinde olduğu Ahit Sandığının gerçekte ne olduğu ile pek ilgilenmemiştik. Tabii bu Ahit Sandığını bulmak için Indiana’yı görevlendiren, Mossad güdümlü Amerikan istihbaratını ve yine aynı amaçla kahramanımızın peşine düşen Nazi askerlerini de es geçmeden yâd etmekte fayda olduğu kanaatindeyim.

Şimdi gelelim Yahudiler tarafından “Kutsalların Kutsalı” diye adlandırılan; muhafazası için masonların Kâbesi, yani ihtişamlı Hz. Süleyman Mabedi inşa edilen; gözleri kamaştırmak için adının anılmasının bile yeterli olduğu bu paha biçilmez hazinenin aslında ne olduğuna…

Bizim için en önemli referans kaynağı Kur’an-ı Kerim olduğundan, şimdi Bakara suresinin 248. ayetine bir göz atalım.

Peygamberleri onlara şöyle dedi: "Onun hükümdarlığının alameti o Tabutun size gelmesidir. Onun içinde Rabb'inizden bir sekine (huzur), Hârun hanedanı ve Mûsa hanedanının bıraktığından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşır. Eğer iman sahipleri iseniz, bunda sizin için elbette bir delil vardır." (Bakara, 248.)

Bununla beraber İslam âleminde, Ahir zaman kurtarıcısı Mehdi’nin, Tabut-u Sekine’yi veya diğer bir deyişle Ahit Sandığını, saklı bulunduğu yerden bulup çıkaracağına inanan ve bu inancı hadislere dayandıranların azımsanmayacak sayıda olduğunu da belirtelim.

Tabutun akıbetinin ne olduğunu anlamak için tarihte geriye gidecek olursak kendimizi M.Ö. 587 yılının Babil’inde buluruz. O tarihte, Babil’in efsane krallarından Nebukadnazar (gariptir ki bu isim Matrix filmindeki, Siyon’un koruyucusu savaş gemisine de verilmişti) orduları ile beraber Kudüs’e yürür ve kenti fethettikten sonra, yine Kur’an-ı Kerimde kendisinden muhtelif ayetlerde bahsedilen Hz. Süleyman Mabedini yıkıp yerle bir eder. İşte o anda Tabut-u Sekine tarih sahnesi içinde sırra kadem basar.

Yüzyıllar boyunca aranmasına rağmen hakkında hiçbir sağlam bilgi edinilemez. En son olarak Haçlı Seferleri sırasında Tapınak Şövalyelerinin Kudüs’te yaptıkları uzun süren kazılar neticesinde onu buldukları ve gizli bir yere götürdükleri rivayet edilir.

Tevrat pasajlarına göre, kendisine sahip olan kişiyi dünyanın hâkimi kılacak olan bu sandık ile ilgili en garip ve anlaşılması güç iddialardan birini ortaya atan, İsviçreli meşhur yazar Eric Von Daniken, onun Hz. Musa’nın Tanrı ile iletişim kurmasını sağlayan, süpersonik teknoloji ile inşa edilmiş portatif bir radyo istasyonu olabileceğini söylemişti.

Aslında, Hz. Süleyman’ın hazinelerinin en güzide parçası olan bu sandık hakkında yazılacak daha çok şey vardır ama yazımızı burada sonlandırmadan önce onun şuanda nerede olduğu konusundaki en güncel iddiayı da aktaralım ve noktayı koyalım.

Bu son teoriyi de yine Yahudi yönetmen Steven Spielberg, geçtiğimiz yıl vizyona koyduğu Indiana Jones filminin yeni versiyonuyla karşımıza getiriyor. Seyredenler bilirler; A.B.D.’nin gizli uzay planlarını yapıp uyguladıkları ve komplo teorisyenlerinin başkenti olan meşhur 51. Bölgede bir depoda saklı tutulmaktaymış.

Hamza Yardımcıoğlu
2009

Adiyat nedir?



Adiyat Nedir?
Bismillahirrahmanirrahiym

(Adıyla Allah'ın Rahman ve Rahiym -dir-)

Kur'an-ı Kerimin 100. Suresinin birinci ayetinde (mucizesinde); “Vel adiyati dabha” deniyor. Yani “and olsun adiyata” diye meallendirebiliriz. Adiyat ne demektir??? (Burayı dikkatli okuyun) Kelime anlamı “hızlı giden”. Motorlu taşıtlar icat edilmeden önce hızlı gitmenin sadece iki yolu vardı; biri koşmak diğeri ise koşan bir hayvana binmek (at, deve vb.). Ve dolayısıyla, çok doğal olarak bu güne kadar yapılmış bütün meallerde, Adiyat dört nala “koşanlar” veya “harıl harıl koşanlar” tarzında Türkçeleştirilmiştir. Unutmayalım Kur'an bütün alemlere ve zamanlara hitap eder. İşte devam eden ayetlerin mealleri geliyor, okuyun/okutun ve yorum size ait.

• And olsun Adiyata

• Sonra çarparak ateş saçanlara

• Sonra sabahleyin baskın verenlere

• Sonra onunla toz duman karıştıranlara

• Sonra onunla bir topluluğun ortasına girenlere

• Muhakkak o insan Rabb'i için elbette nankördür.

Ayetler devam eder. Buraya kadar yazılanlar size ne düşündürdü?

Yanlış bir şey yazdıysam alemlerin Rabb'inden af dilerim. Her şeyi tam olarak bilen O'dur (C.C).

Hamza Yardımcıoğlu
16.Ekim.2004

Ashab-ı Kehf'in Sırrına Dair



Onlar, mağaralarında 300 yıl kaldılar; dokuz ilave oldu (Kehf Suresi, 25. Ayet meali)

Bu ayette ise “309” yerine “300+9” gibi bir ifadenin kullanılması ilginçtir.

Not: Bu kısımları çok dikkatli okuyun.

Kehf Suresi 25. Ayet:

وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا

(Arapça bilenler için)

Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tis'â

(Arapça bilmeyenler için)
ve lebisû : ve kaldılar
fî kehfi-him : mağaralarının içinde (mağarada)
selâse : üç
mietin : yüz
sinîne : seneler, yıllar
vezdâdû : ve arttı / ilave oldu / fazlalaştı
tis'a : dokuz

Sade bir şekilde çevirecek olursak:

Ve kaldılar mağaralarında 300 sene; ve ilave oldu dokuz.

(Kehf suresi, 25. ayetin sade meali)

Dikkat edilirse anlaşılacaktır ki ayette aslında “300 + 9” sene denmiyor. Veya “300 sene + 9 sene” de denmiyor…

Burada denen şey “300 sene + 9”dur. Tamam, 300 belli ki senedir ama 9 nedir?

Bilmeyenler için hemen kısaca Ahsab-ı Kehf meselesinin ne olduğunu söyleyelim ve devam edelim.

Ashab-ı Kehf, Allâh’a iman ettikleri ve onun ilettiği yolda oldukları için dönemlerinin zalim iktidarı tarafından baskı görmüş ve kaçarak mağaraya sığınmış bir grup gençtir. Orada uyutularak gelecekteki bir zamana uyanırlar. Kehf suresinin 9. ayetinden 26. ayetine kadar olan kısım onlar hakkında bilgi verir. Merak edenler, detaylı bilgi için Kur’an-ı Kerime başvurabilirler. Nitekim Ashab-ı Kehf ayrı bir kitap konusudur.

Onlardan biri mağaradan çıktıktan sonra muhtemelen yiyeceklerle beraber geri döndüğü zaman, yerleri bulunmuştu ve onların yerini öğrenenlerden bazıları Kehf suresinin 21. ayetinde belirtildiği gibi şöyle demişti: “Onların üstüne bir bina inşa edin, Rableri onları daha iyi bilir." Ve yine aynı ayette belirtildiği gibi: Onların işine galip gelenler ise: "Üstlerine mutlaka bir mescid yapmalıyız" dediler. Buradan anlaşılan onların tekrar mağarada kaldıklarıdır.

Öyleyse “300 sene + 9”dan şunu anlıyoruz:

Mağaraya ilk girdikleri andan, aralarından birinin yiyecek almak için dışarı çıkmasına kadar geçen zaman 300 senedir. Deşifre olmalarının akabinde mağaraya ikinci sığınışlarında kalacakları süre:

300 + 300 + 300 + 300 +300 + 300 + 300 + 300 + 300 senedir. Yani onların mağaradaki ikinci kalışları (ilave kalış) 2700 yıldır. (Onların kaldığı süreyi Allah daha iyi bilir)

Ashab-ı Kefh meselesi Hıristiyan inancında da vardır ve onlar Ashab-ı Kehf’in Hıristiyan gençler olduğunu söylerler. Bu hikâyeye Hıristiyan literatüründe bir efsane olarak Romalı Şehitler Menkıbesinde (Roman Martyrology), M.S. 6. y.y.’da yaşamış Romalı tarihçi Tours’lu Gregory’nin (Gregory of Tours – M.S. 538 – M.S. 394) nakillerinde ve Paulus Diaconus’un Lombardlar’ın Tarihi (History of Lombards) isimli eserinde rastlanır. Ancak Hıristiyan inancında Ashab-ı Kehf anlatımları Kur’an anlatımlarından bazı farklılıklar gösterir. Bu da olayın çok eski bir tarihte yaşanmış olduğunu ve bir efsaneye dönüştükten sonra “Hıristiyan inancına”[1] yerleştirdiğini gösterir.

Onlara göre mağaraya ilk giriş M.Ö. 250 yılı civarlarında olmuştur. Ve ne yazık ki bu görüş İslam âleminde de büyük oranda kabul görmüştür. Eğer öyle olsaydı M.S. 250 + 300 yıl, M.S. 550 gibi bir tarihe denk gelirdi ki bu da Kur’an-ı Kerimin indiriliş tarihlerine yakın bir tarihtir. Ancak Kehf suresinin 22. ayetinde bu olay, çoktan bir efsaneye dönüşmüş ve hakkındaki yanlış bilgilerin ağızdan ağıza dolaştığı eski bir hadise olarak tarif edilir. Dolayısıyla bu olayın bu tarihte (M.S. 250 civarı) yaşanmış olması mümkün olamaz. Bu olay Hz. İsa zamanında veya ona yakın bir tarihte de olmuş olamaz çünkü eğer öyle olsaydı Hıristiyanlar tarafından mutlaka Hz. İsa ile ilişkilendirilirdi ve de Yeni Ahit kayıtlarında geçerdi. Anlaşıldığı kadarıyla, büyük bir ihtimalle bu olay Hz. İsa’dan da çok önceleri yaşanmıştır.

Rivayet eden birçok hadiste Ashab-ı Kehf’in, Ahir zamanda ikinci kez ortaya çıkacağının söylenmesi bu açıdan ilginçtir. Diyelim ki öyledir ve biz şuanda Ahir zamanda yaşamaktayız… Bu varsayımdan hareketle, Ashab-ı Kehf’in ne zaman ilk ortaya çıktığına ilişkin bir tahmin yürütelim…

İlk kalışları 300 yıl ve ilave kalışları 2700 yıl ise mağaraya ilk giriş ve son çıkış arasında geçecek olan zaman 3000 yıldır.

Burada anlattıklarımızın ilerleyen bölümlerini şimdilik bir sır olarak saklamak zorundayız. Zamanı gelince bu sırrın, vakıf olduğumuz kadarını açıklayacağız inşaAllah. Ancak gerçekten merak edenler için bir ipucu verelim. Tarihte 3000 yıl geriye gidin ve Mağara Ashabını arayın.

Onların mağarada 300 yıl kalmalarını ve 9 ilave edilmesini 309 yıl olarak kabul etsek bile, aslında yine 300 yıl kalmış sayılırlar diye düşünüyoruz. Çünkü Miladi takvime göre 300 yıl Hicri takvimde 309 yıla denk gelir. Sonuçta ikisi de aynıdır. Bunu da Kur’an ayetlerinden fışkıran anlamlardan sadece bir tanesi olarak kabul etmek gerekir diye düşünmekteyiz.

Ashab-ı Kehf konusu ile ilgili son söz olarak şunu söyleyelim: Eğer onların mağarada ikinci kalışları ile ilgili yorumumuz doğru ise ikinci bir çıkış olacağını da bekleyebiliriz. Ve bu da yakındır inşaAllah.

Yanlış bir şey yazdıysam alemlerin Rabbinden af dilerim.

Hamza Yardımcıoğlu
2009


[1] Burada Hıristiyanlıktan kastımız kesinlikle Hz. İsa’nın dini değildir. Bugünkü Hıristiyanlık, aslında Roma Pagan inancının M.S. 4. y.y.’da İznik, Hipo ve Kartaca Konsillerinde revize edilmiş hâlidir. Nitekim Hz. İsa, Müslüman'dır ve diğer bütün peygamberler gibi İslam’ı tebliğ etmiştir

Atlantis ve Mu



KAYIP KITALAR: ATLANTİS VE MU
(Örtülü Gerçek isimli kitabımızdan bir bölüm)

Atlantis binlerce yıl önce insanlığın, üzerinde muazzam derecede ileri bir medeniyet kurduktan sonra büyük bir tufanla sulara gömüldüğüne inanılan bir ülkedir. Atlantis üzerine birçok hikâye anlatılmış ve yazılmıştır. Kayıtlı tarihimizde bu konu ile ilgili yer almış en eski yazılar, Sokrates’in öğrencisi ve Aristo’nun ise hocası olan ünlü felsefeci Platon (M.Ö. 427 – M.Ö. 347) diğer bir deyişle Eflatun tarafından kaleme alınmıştır.

Platon, M.Ö. 421 yılında Atinalı bir devlet adamı ve aynı zamanda kuzeni olan Kritias’ın kendisine anlattığı Atlantis hikâyesini yazılarıyla naklederek günümüze kadar taşınmasını sağlamıştır. Bu hikâye Kritias’a, dedesi Dropides tarafından anlatılmış. Dropides ise hikâyeyi ünlü Yunan şairi Solon’dan (M.Ö. 640 – M.Ö. 559) öğrenmiş.

Solon, Mısır’da bulunduğu bir dönemde Mısırlı bir keşiş kendisine, o günün 9000 yıl öncesinde yaşanan büyük bir tufandan ve o tufanda sulara gömülerek yok olan Atlantis diye bir ülkeden bahsetmiş. Bu ülkenin halkı daha önce hiç kimsenin ulaşamadığı kadar ileri bir uygarlığa ve güce sahip olmuş. Daha sonra bir tufan yüzünden okyanusun sularına gömülmüşler.

Aslında bu çok uzun bir meseledir. Atlantis hakkında sayısız kitap yazılmıştır. Bu tür kitapları yazanlar arasında en ünlü olan ve diğer araştırmacıların hepsi tarafından kaynak gösterilen kişi, M.S. 1852 ve 1936 yılları arasında yaşamış İngiliz araştırmacı James Churcward’dır. Çok kısaca ondan da bahsederek konumuza geri dönelim.

Tibet’ten Avustralya’ya, Sibirya’dan Güney Denizlerine kadar pek çok yer gezen Churchward, 1868’de İngiliz ordusunda görevli bir subay olarak Hindistan’da görev yaparken bir tapınak rahibiyle yakın dost olmuş ve ondan asırlardır tapınak mahzenlerinde yatan antik tabletlerin nasıl tercüme edileceğini öğrenmiş. Bu tabletler bizim uygarlığımızdan çok önceleri, muazzam bir uygarlığın doğduğunu, geliştiğini ve yok olduğunu anlatıyormuş. Bu bahsettiği uygarlık Mu uygarlığıymış. Mu Kıtası bir tufanda sulara gömülmüş. Ve yine daha sonra sulara gömülen Atlantisliler de Mu’nun bir kolonisiymiş. Ve o zamanlarda tek bir dil konuşuluyormuş (Ademce).

Bu anlatılanlar, efsaneler yoluyla günümüze ulaşmış bilgilerdir. Ancak kaynakların yeteri kadar güvenilir olmaması nedeniyle bunları da kesin birer referans almanın doğru olmadığının bilinciyle, sadece içerdikleri enteresan ve hakikat ile benzeşen noktaların dikkat çekiciliği sebebiyle özet olarak aktarma ihtiyacı duyduk.

Hamza Yardımcıoğlu
2009


ÇEMBERLİTAŞ'IN SIRRI

İstanbul’un Beyazıt semtindeki Çemberlitaş anıtı, namı diğer Konstantin Sütunu asırlardır gizemini koruyan bir anıttır. Bunun sebebi, onun altında gizli bir oda olduğu ve o odanın içinde Hz. İsa’dan kalma olduğuna inanılan bazı emanetlerin saklandığı söylentileridir.



Burada hemen hatırlatalım ki "restorasyon" kapsamında 2000 yılından beri Çemberlitaşın çevresine bir inşaat iskelesi kurulmuştur ancak bu iskele hâlâ kaldırılmamıştır. Yani dokuz senedir "restorasyon" işlemi devam etmektedir. Orada gerçekleşen gizli çalışmayı kamufle etmek amacıyla da sac levhalardan, 9-10 metre yüksekliğinde bir paravanı bu dikilitaşın çevresine örmüşlerdir. Şimdiden söyleyeyim ki orada restorasyon uzun bir süre yapılmamıştır çünkü Eylül 2009'da bir fırsatını bulup o paravanın içine girdim ve hiçbir restorasyonun yapılmamış olduğunu gözlerimle gördüm. Orada yaptıkları tek şey, kaidenin çevresini aşağı yukarı bir, bir buçuk metre genişliğinde bir şerit hâlinde kazarak üzerine beton dökmektir. Betonun döküldüğü yer, ben gördüğüm zaman zeminden aşağı yukarı 10 cm. daha aşağıda duruyordu. Her hâlde o payı da parke taşı döşemek için bırakmışlar. O betonun altında neler olduğu ise tam bir gizemdir.



Paravanın bu kadar yüksek olmasının sebebi ise dikilitaşın çevresinde bulunan binaların üst katlarından bakıldığı zaman anıtın tabanının görülememesidir. Çünkü orada yaptıkları şey, anlaşıldığı kadarıyla dikilitaşın etrafını kazmaktı. Böylece gizli odaya ulaşacaklardı.



Dikilitaşın en büyük önemi şudur: Bizans (Doğu Roma) imparatoru Konstantin, Hıristiyanlığı Romanın resmi dini olarak ilan ettikten sonra bu anıtı yaptırmış ve onu Batının Hıristiyanlığa geçişinin sembolü ilan etmiştir. Ancak şunu da hemen belirtelim ki aslında Konstantin Hıristiyanlığa geçmedi; onun yaptığı şey Roma’nın resmi dini olan Paganizmin adını Hıristiyanlık olarak değiştirmekti. Dolayısıyla da güneş tanrısı Mistras’ın adını da (Haşa) İsa olarak değiştirmiş oldu. Bunları yapmasının sebebi ise o dönem yükselişte olan Hz. İsa öğretisini ortadan kaldırmak ve ona iman edenleri etkisiz kılarak imparatorluğunu güvence altında tutmaktı. Yani olay tamamen siyasiydi.



Rivayete göre o dönem, yani 4. y.y.’da Konstantin’in annesi Helena, Kudüs’e gitti ve oradan kutsal olduğuna inanılan bazı emanetler getirdi. Bunların en önemlileri Hz. İsa’nın (a.s.), üzerine gerildiğine inanılan haç ve ellerine çakıldığına inanılan çiviler vardı. Konstantin, annesinin getirdiği bu emanetleri muhafazaya almak için yeraltında bir mahzen yaptırdı ve onları oraya koydu. O mahzenin bulunduğu yerin üzerine de büyük bir sütun diktirdi. Bu sütun, batıyı temsil eden Roma’nın Hıristiyanlığa geçişini sembolü olan bir anıt olarak ilan edildi. İşte o anıt, bugün Çemberlitaş adıyla tanıdığımız dikilitaştır.

Hamza YARDIMCIOĞLU
20.09.2009


Bu vesileyle, bir forum sitesinde bulduğum ve faydalı bilgiler içerdiğini düşündüğüm şu makaleyi sizlerle paylaşmak isterim:





Çemberlitaş'ın sırrı
25.11.2007 08:16
İstanbul’daki Çemberlitaş restorasyonunu yürüten şirket yöneticisi, Çemberlitaş’ın altındaki odada Hz. İsa’ya ait kutsal eşyaların gömülü olduğunu açıkladı. Medya olaya geniş yer verdi. Çemberlitaş’ın sırrı Osmanlı’dan günümüze hep merak konusu oldu. Bu konuda ilk tarihsel çalışmamızı Hezarfen Hüseyin Çelebi yaptı. 1670 yılında kaleme aldığı "Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eserinde, bakın Çemberlitaş’ın sırrı hakkında ne yazdı?

ÖNCE yazarımızı tanıyalım: Hezarfen Hüseyin Çelebi, 1606 yılında İstanköy’de doğdu. Asıl adı, Hüseyin İbn-i Cafer İstanköyi Eşşehir bi Hezarfen idi.

İstanbul’da okudu. Bir süre Devlet-i Aliye-i Osmaniye’de memurluk yaptı. Devlet memurluğu sırasında tanıştığı bir kişi yaşamını değiştirdi. Bu kişi Osmanlı tarihinin en ilginç isimlerinden biriydi: Ali Ufki.

Ali Ufki bir dönmeydi.

Lehistanlı asil bir ailenin çocuğu olduğu da iddia edildi, Litvanyalı olduğu da.

30 yaşında Osmanlı tarafından esir alınınca hemen Müslüman oldu. Çok iyi eğitimliydi. Rivayetlere göre, on yedi dil biliyordu. Sultan IV. Mehmed’in danışmanlığına kadar yükseldi. Tıp ve musiki konularında uzmandı. Türk musiki eserlerini ilk kez Batı notasıyla káğıda o döktü. Dinler tarihine de meraklıydı. Tevrat ve İncil’den ilk çevirileri o yaptı. Bu çeviriler arasında, ilahi olarak okunan kutsal şiirler, mezamir de vardı.

Uzatmayayım; Hezarfen Hüseyin Çelebi, Ali Ufki’den çok etkilendi. Bugün hálá en önemli kaynak kitaplar arasında gösterilen eserler yazdı.

"Telhisü’l-Beyán fi Kavánin-i Ál-i Osmán" adlı kitabında Osmanlı kanunnamesini derledi. (Haz. Sevim İlgürel, TTK Yayınları, Ankara 1998.)

"Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eseri dünya tarihi üzerineydi. Tıp, tasavvuf ve coğrafya üzerine ansiklopedik kitaplar kaleme aldı. Bilinenin aksine, Osmanlı’da ilk uçma denemelerini yapan ilim adamı Hezarfen Hüseyin Çelebi’ydi.

Tarih konusunda kendisini o kadar yetiştirdi ki, Sultan IV. Mehmed’in tarih öğretmeni oldu.

Arapça, Farsça, Fransızca ve bir sözlük hazırlayacak kadar İbranice biliyordu.

Bu bilgilerden sonra gelelim bizim meseleye:

Hezarfen Hüseyin Çelebi meraklı biriydi. Konstantin’in neden Hıristiyan olduğu ve İstanbul’a niçin yerleştiği, Ayasofya’yı kimin ne zaman yaptırdığı, Fatih Sultan Mehmed’e kadar İstanbul’da oturan 90 Rum kayserinin kimler olduğu gibi, kafasındaki yüzlerce sorunun yanıtını merak ediyordu.

Bu nedenle baş tercüman Hıristiyan Panayot’tan kitaplar alıp okudu.

Yetmedi. Ali Ufki’den yardım istedi. Yunanca ve Latince kitapları Ali Ufki’ye okutturup notlar aldı.

İşte çıkardığı bu notları da, "Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eserinde kullandı. Şimdi sözü, Çemberlitaş’ın sırrını 337 yıl önce yazmış olan Hezarfen Hüseyin Çelebi’ye bırakalım. Bakalım bugün hálá konuşup tartıştığımız Çemberlitaş’ın sırrı konusunda neler yazmış.

ÖNCE HIRİSTİYAN OLDU

"İlk defa İstanbul’un temelini atıp taht şehri iden muzaffer Konstantin’dir. Rum, Yunan ve Latin tarihçiler, bunun menakibini anlatırken rivayet ederler ki Konstantin önce Portekiz, İspanya, Fransa ve İngiltere vilayetlerinin padişahı olan Konstantiyus nam putperest bir melikin oğlu idi. Babası ölünce, yirmi üç yaşında iken Milad-ı Hazret-i İsa Aleyhisselam’ın üç yüz dokuzuncu senesinde babasının yerine Portekiz’de saltanat tahtına cülus eyledi. Üçüncü seneden sonra Roma’da elli birinci kayser olan Maksentius nam kayser, gayet zalim ve habis bir adamdı.(...) Muzaffer Konstantin azim alaylar ile Roma’ya girüp Maksentius’ün tahtına cülus etti. Milad-ı Hazret-i İsa’nın üç yüz on ikisinde Rum Padişahı oldu.

Beşinci senesinde sonra vücudunda lekeler peyda eden bir hastalığa tutulmasıyla o şehrin hekimlerini çağırup, ’benim marazımın ilacını bulun’ deyu ferman eyledi. Anlar dahi ittifak idüp cevab verdiler ki, ’eğer bu şehrin meme emen çocuklarını toplayıp boğazladıktan sonra kanlarını büyük bir kazana doldurup kan ısıcak iken içine girüp oturmıyasınız, bu marazdan halas olamazsınız’ dediklerinde emreyledi ki, şehrin meme emen çocuklarını valideleriyle toplayalar.

Mezhur Konstantin anaların feryatlarını göricek çocuklara merhamet idüp, ’ben bu marazdan helak dahi olursam olayım. Nahak yere bu kadar günahsız çocuğun kanlarına girmeyeyim. Analarına ikişer altın vireler ve evlatlarıyla beraber azad idüp evlerine göndereler’ deyü buyurdu.

Ol gece rüyasında ’Ümmet-i İsa’dan gizli olan Silyostros nam üsküfe baş vurursan marazdan kurtulursun’ derler. Uyandıkda filhal mezhur hakimi isteyüp getirilmesini ferman eyledi. Varub getürdüler. Mezbur üsküf gördükte dedi ki, ’eğer putlarını terk idüp, bundan sonra Hazret-i İsa’yı hak peygamber bilüp şeriatını tasdik edersen ilaç eylerim’ dedikte, ol saat imana gelüp Hazret-i İsa’nın din ve milletini ve emrettiklerini ve nehyettiklerini tamamen kabul ve putlarını inkár etti ve hepsini kırdı. Bunun üzerine hakim ilac idüp marazdan kurtuldu."

"Saltanatının on sekizinci senesinden sonra rüyasında gördü ki, bir münasip ve bir büyük şehir bina eyleye. Ol sebebten Roma’dan çıkup diyar diyar gezüp Selanik’e geldikte havasını beğenüp orada karar kıldı ve kiliseler ve hamamlar yaptırup sular getirdi.

HAZİNEDEN İLK BAHSEDEN TÜRK

İki seneden sonra büyük bir bulaşıcı hastalık çıkup askerlerinin yarısından ziyadesi helak oldu. Ol sebebden ve Şapur nam Acem şahı üzerine sefer iktizası ile Anadolu’ya geçerken, Halkedoyn dedikleri şehre ki, halen Kadıköyü denmekle maruftur, oraya konup, eskiden ol şehri Acemler harap etmiş görüp tamirine ferman eyledi.

Ol eyyamda Halkedoyn’da ekabirden bir üstad hakim var idi. Adına ihvayis derler idi. Hüsnü tabir ile ’Padişahım şehrin binasını Vizantio yerine yapsanız daha münasip görünür’ dedikte, Konstantin dahi hüsnü itikad ile İstanbul tarafına geçüp havası gayet ile latif yer ve şehir olmaya münasip görüp Milad-ı İsa’nın üç yüz yirmi dördüncü senesinde temelin atup binasına mübaşeret eyledi. Namını Konstantaniye kodu.

Bundan sonra Roma’dan vesair vilayetlerden ekabirler ve tüccarlar getirdüp mamur eyledi. Ve saltanat şehri yaptı.

Miladın üç yüz yirmi dokuz senesinde Tavuk Pazarı’ndan vaki olan kırmızı dikilitaşı (çemberlitaş) o oraya koydu. Bu amudun oraya konmasının sebebi şudur:

Validesinin namı ki Helena nam hatundur. Kudüs-ü Şerif ziyaretine varup Kamame nam kilisayı bina eyledikçe, Hıristiyanların itikadınca Yahudiler’in Hazret-i İsa’yı üzerine gerdikleri salibi ve eline ve ayağına vurdukları mıhları (çivileri) ve bazı mucizeyere ait eserleri Yahudilerden alup oğlu Konstantin’e hediye getürdü. Ol dahi, tazim ile alup, hazinesinde sakladı. Sonra zaman ile hatırına geldi ki, bizden sonra gelen melikler, caiz ki, bu mübarek eserlerin kadrini bilmeyüp saygıda kusur ideler, yahut saklamayup yabana atarlar. Büyük günah ola. Emreyledi ki: Yerin altında kargir ve metin bir hücre bina idüp, ol hücrenin içine mezkur asarı koyup saklayalar. Sonra üzerine halen mevcut olan kırmızı amudu alamet için kodu."

Okuduğunuz gibi, Çemberlitaş’ın altında olduğu iddia edilen odada, kutsal hazinelerin olduğunu ilk yazan Türk tarihçi Hezarfen Hüseyin Çelebi’ydi. Ama bugün olduğu gibi dün de Çemberlitaş’ın altındaki kutsal hazineler bu toprakların hep gündeminde oldu.

İddiaları sayfalarına taşıyanlardan biri de, "Mecmua-i Fünun" idi.

HIRİSTİYANLAR İÇİN KUTSALDI

Fardis Efendi, Mecmua-i Fünun dergisinde şöyle yazdı: "Çemberlitaş’ın kaidesi altında Hıristiyanlar için saygıya değer bazı eski eserler gömülüdür. Bu sebepten ilk devirlerde halk burasını çok kutsal bir yer olarak sayardı. Yılda bir defa büyük halk kitleleri etrafına giderek ziyaret ederdi."

OSMANLI’nın birkaç bilimsel kuruluşundan biri de Cemiyet-i İlmiye Osmaniye idi. Bu cemiyet her ay "Mecmua-i Fünun" (1862-1867) adında dergi çıkarırdı. Tarihimizde ansiklopedik içerik geleneğinin ilk örneği olan bu dergiyi Münif Paşa yönetti.

Babıáli Tercüme Odası kátiplerinden Fardis Efendi (No: 35, sayfa 45-49) Çemberlitaş hakkında bakın neler yazmıştı:

"Çemberlitaş’ın gerçek adı ’Konstantin Sütunu’dur. Etrafında çemberler bulunduğundan Türkler, Çemberlitaş demektedirler. Civarında birçok yangınlar meydana geldiğinden siyahlanmıştır. Bu yüzden Avrupalılar ’Yanık Sütun’ derler. Bizans döneminde ise ’Somaki Sütun’ adı ile anılırdı.

Bu sütun Dikilitaş gibi yekpare olmayıp 8 kızıl somaki taş parçasından mürekkeptir. Her taşın çevresi 33 ayak ve yüksekliği 10 ayak 9 parmaktır. Sütunun yüksekliği yaklaşık olarak 90 ayaktır. Her parçasının üst tarafından defne dalı şeklinde kabartma pervazlar vardır.

Sütunun üstüne Apollon’un heykeli konmuş ve bazı sembollerin ilavesiyle İmparator Konstantin’e benzetilmiştir.

Diğer taraftan şu kitabe oyulmuştur: ’Ey cihan mülkünün hükümdarı olan İsa, şu mahkumeni, saltanat asasını ve Roma devletini sana vakfü takdim ve himayene tevdi ettim. Bunları afetlerden koru.’

Adı geçen küre 407 yılında, asa 541’de vuku bulan depremden, heykel ise daha sonraki devirlerde şiddetli bir rüzgárdan yere düşerek parçalanmıştır. Çemberlitaş dikildiği vakit 8, bir rivayete göre ise 10 parçadan ibaretti. MS 1080 yılında isabet eden bir yıldırımdan sonra iki-üç parçası yere düşmüş, bu olaydan 70-80 yıl sonra imparator Manuel Comnenes, düşen taş parçalarının yerine, bugün dahi tepesinde görünen mermer başlığı yaptırmış, üzerine bir de haç diktirmiştir.

İstanbul fetholunduktan sonra Çemberlitaş’ın üstündeki haç, Fatih Sultan Mehmed’in emriyle indirilmiştir. Bazı rivayetlere göre Çemberlitaş’ın kaidesi altında Hıristiyanlar için saygıya değer bazı eski eserler gömülüdür. Bu sebepten ilk devirlerde halk burasını çok kutsal bir yer olarak sayardı. Yılda bir defa büyük halk kitleleri etrafına giderek ziyaret ederdi."

Durun bitmedi: Çemberlitaş’ın sırrı Cumhuriyet döneminde de devam etti.

ATATÜRK DE ÇEMBERLİTAŞ’LA İLGİLENDİ

Çemberlitaş’ın altındaki kutsal hazineyle ilgili haberler Cumhuriyet döneminde de sürdü. Atatürk yurtdışından arkeologlar getirtti. Tarih Mecmuası 1968 yılında üç sayısını bu konuya ayırdı. Ünlü tarihçiler bu konuda makaleler kaleme aldılar.

1918 yılında İstanbul işgal altında iken Vatikan’dan bir grup rahip, Çemberlitaş’ın yakınındaki Vezirhan’dan oda kiraladı. Buradan tünel kazıp Çemberlitaş’ın altına gitmek isterlerken yakalanıp sınır dışı edildiler.

Atatürk bile Çemberlitaş’ın sırrıyla ilgilendi. 1929 yılında yurtdışından arkeologlar getirtti ise de bir sonuç alamadı.

Çemberlitaş’ın sırrı 1960’lı yıllarda yine gündeme geldi. Gündeme getiren ise yine bir yayın organıydı: Tarih Mecmuası.

Bakın ünlü tarihçi Yılmaz Öztuna, 1 Haziran 1968’de neler yazmıştı:

"Hazret-i İsa’nın gerildiği hakiki Haç’ın İstanbul’da Çemberlitaş’ın altında olduğu hakkındaki görüşü kuvvetlendirecek deliller mevcuttur.

"Ludwig Völkl’in 1957’de Münih’te basılan ’Der Kaiser Konstantin’ adındaki ihtisas monografisinde bu fikri destekleyecek satırlar vardır. (Örneğin) Haç’a ait parçalarla beraber Hazret-i İsa’nın kanının bulaştığı topraklar da getirilmişti Bu kutsal eşya ile beraber, başka kutsal nesneler de bulundu. Bunlar, Hazret-i İsa’nın havarilerinden Andreas’ın ve İncil’i yazı diline geçiren havarilerden Lukas’ın mantoları idi. Anadolu’nun iki yerinde bulunan mantolar, inşası bitmek üzere olan Havariyun Kilisesi’ne konuldu. Haç’la beraber Çemberlitaş’ın altına nakledilip edilmediği hakkında Völkl bir şey söylemiyor.

Encyclopaedia Britannica’nın Cross maddesinde, gerçek Haç’ın 326 yılında İmparatoriçe Helena tarafından bulunmasının, Hıristiyan dininin inanışlarından olduğu belirtiliyor. Yani Helena’nın İstanbul’a bir Haç getirdiği muhakkaktır.

Haç’ın Helena tarafından İstanbul’a getirildiğini St. Ambroise, Rufinus, Sulpicius Severus gibi çağın en muteber Hıristiyan tarihçileri yazmaktadırlar."

HEYBELİADA RUHBAN OKULU

Tarih Mecmuası muhabiri Öz Dokuman, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’na gitti ve okulun öğretim üyelerinden arkeoloji uzmanı Hristostomos Konstantinidis ile görüştü.

Konstantinidis okulun 40 bini aşkın kitabından, 24 ciltlik Büyük Yunan Ansiklopedisi, G.Jacquemet’in Katolizm, Eusebe’nin Vitta Konstantinis kitaplarını çıkarıp ilgili paragrafları gösterdi. Bu kaynaklar da iddiaları doğruluyordu. Okul müdürü Metropolit Maksimus Repanelis de iddianın doğru olduğuna inanıyordu. Çemberlitaş’ın altında kutsal hazinelerin olduğuna inanan bir diğer Hıristiyan din adamı ise, Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Padre Carotenuto idi. "Haç’ın bir parçasının Kudüs, bir parçasının Roma’da ve üçüncü parçasının ise İstanbul’da olduğu doğrudur. Ama İstanbul’da nerede olduğundan emin değiliz" diyordu Tüm yazdıklarımızı toparlarsak, Çemberlitaş’ın sırrı 350 yılı aşkındır değişik zaman dilimlerinde gündemimize gelmektedir. Ve görünen o ki, daha çok zaman da gelecektir.

Mısır Tarihsel Kayıtlarındaki Gariplik

ESKİ DÜNYANIN BÜYÜK GİZEMLERİ


Antik Mısır bilimcilerin, Mısır'ın krallar listesini ve dönemlerini belirlemek için kullandıkları tarihsel referans, M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış bir Mısırlı rahip olan Meneto'nun kayıtlarıdır. Ama gariptir ki klasik tarih Meneto'nun kayıtlarının sadece bir kısmını kabul eder.

Meneto, Mısır'ın hanedan dönemlerini 'Tanrı Krallar Dönemi', 'Yarı Tanrı Krallar Dönemi', 'İnsan Krallar' dönemi gibi farklı dönemlere ayırmıştır. Meneto, -sözde- tanrılar tarafından yönetilen bir ülke olan Mısır'da, yönetimin tanrılardan insanlara devredildiğini söyler.

Acaba Eski Mısırlıların -haşa- "Tanrı" diye adlandırdıkları bu adamlar kimdi? Belli ki Mısırlılar onları üstün varlıklar olarak görmüşlerdi ve onlara tapmışlardı. Meneto, bu adamların binlerce yıl yaşayan varlıklar olduğundan bahsediyor. Bunlar nasıl insanlardı? Neyin nesiydiler? Yoksa Eski Mısırlıların, asırlar boyunca koruyup Meneto'ya kadar ulaştırdıkları bu kayıtlar uydurma belgeler miydi? Bu soruya basitçe "evet" ya da "hayır" diye cevap verebiliriz. Yani ya "bunlar doğrudur" dersiniz, ya da "uydurmadır" dersiniz.

Ama ne gariptir ki tarihçiler Meneto'nun kayıtlarının bir kısmını, yani sadece İnsan Krallar dönemini kabul ederler. Eğer bunları kabul ediyorsanız, neden Eski Mısırlıların tanrı zannettikleri o varlıkların kim olduğunu açıklamaya çalışmıyorsunuz? Eğer bunlar size göre saçmaysa neden Meneto'nun İnsan Krallarla ilgili kayıtlarını klasik tarihin içine sokuyorsunuz? ... Bu bir çelişki değil midir?

Hamza Yardımcıoğlu
Ekim 2009
Gizli Dosyalar her Pazar 20:30'da TVNET'te

(Program arşivi http://www.tvnet.tv.tr/ mevcuttur)





Araştırmacı yazar Hamza Yardımcıoğlu'nun hazırlayıp sunduğu ve uzman konukların katıldığı Gizli Dosyalarda dinin, bilimin ve tarihin sır dolu sorularına cevaplar aranıyor...