30 Kasım 2010 Salı

DÜNYAYI YÖNETEN GİZLİ ELİTLER

Küresel politikaların şekillenmesinde rol oynayan üst düzey siyasetçiler, devlet başkanları, sanayiciler, gizli servis idarecileri, generaller, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler vs. gibi insanların, üyesi bulunduğu üç büyük uluslar arası örgüt, tüm dünya insanlarını dolaylı veya dolaysız şekilde etkileyen kararlar alıyor. Bilderberg, CFR (ABD Dış İlişkiler Konseyi) ve Trilateral Commision… Ve yönetim kurulu listeleri incelendiğinde, her üç taşın altından da aynı isimler karşımıza çıkıyor. O isimlerin arasında en önemli olanlardan biri ise David Rockefeller…

Küresel siyasetin bugününü daha iyi kavrayabilmek için bu küresel yapılanmaların tarihçesine kısaca bir göz atmak gerek. Her sene dünyanın farklı bir ülkesinde, “küresel elitlerin” katıldığı ve basına kapalı toplantılar düzenleyen Bilderberg Klübünün kurucusu, sosyolog ve bir politika danışmanı olan Joseph Retinger’di. Retinger aynı zamanda bir Polonya Yahudisi, “İsveç Hürmasonluğu Büyük Üstadı” ve Avrupa Birliğinin oluşmasına öncülük eden Avrupa Hareketinin kurucusuydu.

Kulübün kuruluşu esnasında, “Bilderberg daimi üyesi” olan “Hollanda Prensi Bernhard”dan destek aldı. Retinger’in bu proje için görüştüğü isimler arasında ABD’nin eski Sovyet Büyük Elçisi ve CIA’nın eski direktörlerinden Walter Bedell Smith de vardı. Eski ABD Başkanı Eisonhower’ın danışmanı Charles Douglas Jackson ise ABD hükümeti adına Bilderberg’in organizasyon sürecine önemli katkılarda bulunan diğer bir isimdi.

Bilderberg’in kurulduğu günden beri daimi üyesi olan David Rockefeller 12 Haziran 1915’de ünlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak New York’ta doğdu. Rockefeller hanedanlığının bugünkü reisi olan David Rockefeller, ABD’nin merkez bankası Federal Reserve’in ortaklarından biri ve Bilderberg’in yönetim kurulunda bulunuyor. Ancak Rockefeller ilk bakışta Bilderberg’e rakip bir oluşum gibi görünen Trilateral örgütünün de kurucusu…

“Üç Harfliler Komisyonu” anlamına gelen “Trilateral Comission”, manifestosuna göre ABD, Avrupa ve Japonya’yı yakınlaştırmayı amaçlıyor. Trilateral Comission, ABD ve Avrupa’yı birbirine yakınlaştırmayı amaçlayan Bilderbeg’den farklı olarak, Japonya’yı da bünyesine alıyor. Trilateral Komisyonu, düzenlediği üst düzey, uluslar arası ve fakat gayri resmi toplantılarını 1973 yılından beri sürdürüyor.

Bilderberg ve Trilateral Örgütü ile paralel şekilde faaliyetlerini yürüten diğer bir örgüt ise CFR’dir. CFR, yani Dış İlişkiler Konseyi anlamına gelen Council on Foreign Relations, ABD’nin Dış İlişkilerini geliştirmek amacıyla 1921 yılında kuruldu. Ancak örgütün gayri resmi bir yapılanma oluşu, üstlendiği misyon düşünüldüğünde dikkat çekicidir. CFR’nin bugünkü onursal başkanının, yıllarca örgüt için hizmet etmiş David Rockefeller olması, bu örgütün Bilderberg ve Trilateral örgütleriyle olan benzerliklerinden biridir. Ayrıca bu üç örgütün çok sayıda ortak üyesi bulunması ise aralarındaki organik bağın göstergesidir.

ABD’de nüfuz sahibi olmanın en büyük göstergesi CFR üyesi olmaktır. ABD devlet başkanlarının neredeyse tamamının üyesi olduğu CFR’nin Türkiye’deki kurumsal üyesi TÜSİAD kulübüdür.

Bilderberg’i CFR ve Trilateral’dan ayıran en büyük fark gizlilik politikalarındaki farklılıklardır. CFR ve Trilateral çeşitli yayınlar yaparak “uluslararası ilişkiler” adı altındaki bazı faaliyetlerini kamuoyu ile paylaşmaktadır ancak Bilderberg’de sadece toplantı gündem maddelerinin başlıklarının bir kısmı kamuoyuna açıklanabilir. Dolayısıyla Bilderberg’de çok sıkı gizlilik prosedürleri uygulanır.

Türkiye’de bugüne kadar üç kez yapılan Bilderberg toplantılarının ilki 1959’da İstanbul Çınar Otel’de, ikincisi 1975’te Çeşme Altın Yunus Otel’de ve üçüncüsü 2007’de İstanbul Ritz-Carlton Hotel’de yapıldı…

Aralarında belirgin organik bağlar bulunan bu üç gayri resmi örgütün, gizli Illuminati tarikatının alt birimleri olduğu iddiaları birçok kez gündeme getirildi. İlluminati aydınlanmış olanlar anlamına gelmektedir. 1776 yılında Kabalist bir Yahudi olan Adam Weishaupt tarafından masonik bir yapıda kurulan örgütün, görünen misyonu aydınlanmacılığı yaymak olsa da birçok siyasi olayla adı anılmıştır. 2 Haziran 1784'te tüm Bavyera bölgesinde gizli siyasi amaçları olduğu öne sürülerek yasaklanan örgüt 19. yüzyılın başlarında ünlü Alman filozof Hegel’in katılımıyla canlanarak parlak günlerine döndü. Ve o dönemde “Yeni Dünya Düzeni” düşüncesinin geliştiği bir ütopya topluluğu haline geldi. Illuminati’nin, faaliyetlerine bugün yer atından devam ettiği görüşü birçok araştırmacı tarafından kabul görmektedir.
Dünya finans sektörünü elinde bulunduran küresel hanedanlar arasında, Rockefeller’lar her ne kadar en ön planda görünse de bunların en köklüsü ve muhtemelen en güçlü olanı Rothschild hanedanıdır. Bu hanedanlar birliği, Amerikan federal reserv sistemini, 1910 yılında ABD Parlamentosundan geçirdikleri “Federal Reserve Act” yasası sayesinde ele geçirmiş ve o tarihten itibaren ABD Dolarını basma yetkisini kazanmıştır. Amerikan ulusal para sistemi, tahvil karşılığı borç esasına dayalı olduğu için ABD’nin bütün parası aslında bunlarındır ve bunlar ABD devletinin gizli sahipleridir. İsrail devletini kuranlar da bunlardır ve İsrail’in kukla hükümetlerinin ötesine bakarsak, devletin sahipleri olarak bu isimleri görürüz. Osmanlının yıkılışından kısa süre önce Sultan Abdülhamid’den para karşılığı Filistin topraklarını isteyen Theodor Hertzl’in finansörü, burada bahsettiğimiz Rothschild hanedalığıdır.

Abdülhamid Filistin’i satmayı reddetmişti. Böylece 1897’de Basel’de gerçekleştirilen Siyonist Kongrede alınan kararlar doğrultusunda b planı devreye sokuldu. Theodor Hertzl o kongrede İsrail devletinin kurulduğunu ve 5 veya 50 sene sonra dünyanın da bu devleti resmen tanıyacağını söylemişti. Birinci plan tutsaydı, yani Abdülhamid, Osmanlı’nın dış borcunun kapanmasını sağlayacak parayı alıp Filistin’i verseydi beş sene içinde Siyonist süreç tamamlanmış olacaktı. Bu yüzden Hertzl’in ikinci öngörüsü gerçekleşti ve 51 yıl sonra 1948’de İsrail devleti resmen kuruldu. Ama burada önemli olan, Rothschild hanedanlığının, Hertzl öldükten sonra da Siyonizm davasını sahiplenerek sürdürmüş olmasıdır. Nitekim 1917’de İngiliz Lloyd George hükümetinin Lord Rothschild’a hitaben yazdığı ve İsrail’in “kuruluş taahhütnamesi” olan Balfour Deklerasyonu, Siyonizm davasının gerçek sahibinin, bu hanedan olduğunu ortaya koymaktadır.

Hamza Yardımcıoğlu
15.11.2010

20 Kasım 2010 Cumartesi

KÜRT BARAJI

Hükümet, “Açılım”ı ilk başlattığı zamanlarda çoğu kişi samimi olduklarına inanmıştı. Hâlâ inananlar var ama sayıları çok daha az. Neden mi? Tabii ki hükümetin Kürt meselesi konusunda izlediği son dönem politikalar ve takındığı tutum…

Anadilde eğitim ve yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması gibi bazı haklı talepler karşılanmadıkça bu sorunun çözülmeyeceği, tersine derinleşeceği aşikârdır. Hükümet politikasının tükendiği nokta da işte burasıdır. Daha “Kürdistan” kelimesini bile telafuz etmenin, tüyleri diken diken ettiği bir politik ortamda bu işin kolay çözülmeyeceği bellidir. Hâl bu ki Güneydeki, tüm dünyanın tanıdığı ve resmen kabul ettiği “Kurdistan Regional Government”i (Kürdistan Bölgesel Hükümetini) bile kafamızı kuma gömerek yokmuş gibi kabul ediyoruz. İstediğimiz kadar korkalım veya adını anmaktan sakınalım; bu, mevcut realiteyi değiştirmeyecektir. Orada, bir Kürdistan var ve Diktatör bir “Cumhuriyet” rejiminin bu ismi yasaklamasından önce, Osmanlının bitimine kadar “bölge” resmen bu isimle anıldı. Devlet, yıllarca varlığını inkâr ettiği bir halkın ismini en sonunda kabul etmiştir ve sıra coğrafyaya gelmelidir. Elbette ki bunun için acele etmemek lazım. Çünkü işler güzellikle ve halkların gönül rızaları sağlanarak çözülmelidir. Bu da gerçeklerin, halka, aydınlar tarafından anlatılmasıyla yapılır... Lazım olan cesarettir…

Kürt meselesinde çözüme doğru ilerlemek için yeni bir fırsat doğdu. DTP, 2011 seçimlerine kadar yeni anayasa konusunda hassasiyetleri kaşıyan taleplerde bulunup gereksiz gerginliğe yol açmayacağını açıkladı. Hükümetin seçimlerden önce böyle bir risk alamayacağını biliyorlar ve anlayış gösteriyorlar.

PKK ise seçimlere kadar eylemsizlik kararı aldı, gereken ateşkes ortamı da sağlandı.

Böyle bir durumda hükümetin, açılım konusunda kaybettiği güveni tekrar kazanması için samimiyetini gösterecek bazı adımlar atması elzemdir. Hele de KCK davalarında 4 Kasımda yaşanan o talihsiz olaydan sonra (kaldı ki davanın kendisi, işleyişi bakımından baştan sona garabettir). “Hâkim” unvanına sahip Menderes Yılmaz isimli şahsın, sanıkların savunmalarında Kürtçe konuşmaları üzerine, Kürtçeyi kastederek “bilinmeyen bir dil” ifadesini kullanması ve bu ifadeyi tutanaklara geçirtmesi, işi, içinden çıkılması daha da güç hâle getirmiştir. Hükümetin KCK sürecine müdahil olmaması ise iki ihtimali gündeme getiriyor. Birinci ihtimal, Kürt meselesinin çözümünde Statükocu anlayışa meylettiği; ikinci ihtimal ise hâlâ Statükocu derin bürokrasiye karşı zayıf durumda olduğu için kendinde olaya müdahale edecek gücü ve cesareti göremiyor olması.

Bu durumda hükümet, seçimlerden önce samimiyetini, %10 olan seçim barajını kaldırarak gösterebilir ve Kürtlerin beklentisi bu yöndedir. Türkiye’de demokrasinin önündeki engellerden biri de bu %10 barajıdır. Ancak gelmiş geçmiş tüm hükümetler bunun bilincinde olduğu hâlde barajı düşürmeye yanaşmamış ve onu yıllarca Kürtlere karşı bir silah olarak kullanmıştır. Kürtlerin ve fikri azınlıkların temsil hakkına tecavüz eden bu baraj muhafaza edildiği sürece “ileri demokrasiden” bahsedilemez. Hükümetin barajı kaldırmaya gücü vardır. Eğer bunu yapmazsa birinci ihtimal kuvvet kazanır ve Kürt meselesinin çözümü uçuruma doğru biraz daha itilmiş olur.

Hamza Yardımcıoğlu
06.11.2010

MAFYA DEVLET

Devlet ve mafya arasında yapısal olarak büyük farkların olduğu kesindir. Ama mevcut uygulamalarda, bu farklar sadece gelişmişlik veya az gelişmişlik bakımından ele alınabilir. Buna aynı işleri yapan iki ayrı kurumun organizasyonel kabiliyet farkları da diyebiliriz.

Örnek olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele alalım. Yerine getirmesi “hak” olan görevlerini bir kenara bırakalım -ki hakka ne kadar riayet ettiği tartışmaya açıktır- ve işlediği suçları, mafya ile kıyaslayarak sorgulayalım…

T.C. yasalarına göre kumar oynatmak yasaktır. Kumar oynatan mafya örgütü, yakayı ele verirse devlet tarafından cezalandırılır. Ama aynı kural devlete işlemez. Devlet, çeşitli piyangolar üzerinden para kazanmayı kendisi için “helal” sayar. (Kumar oynamak da yasaktır ama devletin oynattığı kumarı oynamak serbesttir.)

Mafya kaçak yollarla içki ve sigara dağıtımcılığı yapar. Elbette ki devletin yasağına rağmen... Ama bu işler devletin kendi “tekelinde” olduğu sürece bir sakınca yoktur.

Mafya, dünyadaki en aşağılık insanlar kategorisinde olan kadın satıcılarından haraç alır. Devlet, genel evleri kapatıp kadın satıcılarını cezalandırmak, oradaki zavallı kadıncağızları da korumaya alıp ıslah etmek yerine, bu genel evlerden vergi alır. Devletin “şerefli” polisini de malum yerdeki o sokağın başına kerhane bekçisi olarak diker.

Mafya kendi kurduğu düzene karşı bir tehdit hissederse, tehdit olarak gördüğü unsurları -gücü yetiyorsa- ortadan kaldırır. Devlet, belli kitlelere ulaşıp onları harekete geçirebilecek kabiliyetteki akl-ı selim insanları, sisteme karşı bir tehdit olarak görür ve susturamazsa istihbarat kurumları özerinden faili “meşhur” bir cinayete kurban edebilir.

Bir ironi yapacak olursak: Mafya haraç aldığı insanlara en azından “koruma” hizmeti verirken, devlet, vatandaşını acımasız faizci bankacıların ve diğer bilimum kravatlı haydutların pençesine haksızca terk eder.

“Devlet baba”, mafyaya üstün gelen gücünü kullanarak kendisini legal hâle getirir. Hatta bazen legalite yetmez ve kutsiyete de ihtiyaç duyar. Nitekim Türkiye’de “kutsal devlet” fikri halka dayatılmadı mı, yıllarca? Devletin işlediği daha o kadar legal suç ve zalim uygulama var ki...

Bu yazıyı yazma sebebim, devlet kurumunda köklü değişikliklerin yapılması gerektiğine dikkat çekmekti. Çünkü önümüzdeki dönemde bunun için küçük de olsa bir fırsat var ve istenilirse bu, büyük bir fırsata da dönüştürülebilir. Bu değişiklikler öyle köklü olmalıdır ki vatandaştan haraç alırken hak hukuk tanımayan, küresel elitlerin orta oğlanı hâline gelmiş bürokratların vicdanına tek başına teslim edilmeden; akil insanların ortak aklıyla vücuda getirilmelidir. Hatta öyle ki devletin tabu hâline getirilmiş ideolojisi de artık tartışmaya açılmalıdır…

Hamza Yardımcıoğlu
16.10.2010

“İSRAİL – ABD – İNGİLTERE” ŞER İTTİFAKI

11 Eylül saldırılarından beri İsrail’in Ortadoğu’da, ABD ve İngiltere üzerinden yürüttüğü bir savaş politikası var ve 9 senedir aktif bir şekilde devam ettirilen sürecin nihai hedefi İran’ın vurulması gibi görünüyor. Türkiye’nin son dönemde ortaya koyduğu dış politikalar ve yaptığı diplomatik ataklardan sonra, büyük devlet olma yolunda adım atmanın beraberinde getirdiği bir güvenlik riski alınmış oldu; nitekim alınması da gerekirdi. Şu anda İsrail-ABD-İngiltere şeytan üçgeninin “Türkiye tehdidi” algısının, “İran tehdidi” algısından aşağı kalır yanı olduğunu sanmıyorum. Belki Türkiye, onlar için İran’ın yerine geçmedi ama attıkları adımlardan anlaşılıyor ki durumdan oldukça rahatsızlar ve aba altından sopa göstermeye başladılar bile.

Şer İttifakının, hedef listesine Türkiye’yi koyduğunun yakın dönemdeki en belirgin örneği, geçen hafta Türk medyasında da geniş yer bulan “El Kaide mensubu Türk F16 Pilotu” haberiydi. Amerikan Associated Press ajansının servis ettiği haberde Türk militanların El Kaide’ye katılmak için Pakistan’a gidip eğitim aldıkları ve o F16 pilotunun da Paris’teki Eiffel kulesine saldırı hazırlığı içinde olduğu belirtilmişti. ABD ve İngiltere istihbarat kaynaklarının, Avrupa’yı (özellikle de Fransa ve Almanya’yı) “havayolu terörü” saldırıları konusunda uyarmasını ve ABD’nin Avrupa için “kırmızı terör alarmı” ilan etmesini de bu haberin yanına koyarsak, durum yoruma fazla yer bırakmayacaktır. Şuanda şeytan üçgeni, Türkiye’yi dünya kamuoyunda radikal “İslam”ın yükseldiği ve küresel terörü besleyen bir ülke gibi göstermek için lobi çalışmaları yürütüyor.

İran’ı Türkiye üzerinden vuramayacağını anlayan ABD’nin başta Suudi Arabistan olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi körfez ülkelerine yapmaya hazırlandığı toplam 120 milyar dolarlık rekor silah satışı tüm dünyayı şaşkına çevirdi ve Körfezin kaynatılarak İran’ın haşlanacağını ön gören savaş senaryoları bir biri ardına gelmeye başladı. Kısacası, bölge çok gergin.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu süreçte yürüttüğü taktik savaşı ise takdire şayan. İran, Rusya ve Çin’le son dönemde imzalanan işbirliği anlaşmaları Anglo-Yahudi ittifakına karşı gerçekleştirilen akıllıca restler. İsrail’in üstünün çizilmesini, Filistin hamiliğini, Çin ile ortak askeri hava tatbikatı gerçekleştirmesini (Anadolu Kartalı) ve komşu ülkelerle tam entegrasyon politikalarını da bunun yanına koyabilirsiniz. Son olarak 8 Ekim 2010’da Tayyip Erdoğan, Çin Başbakanı Ven Ciabao ile birlikte yaptıkları açıklamada, iki ülke arasındaki ticaretin bundan sonra ABD Doları ile değil Çin Yuanı ve TL üzerinden gerçekleşmesi için gerekli çalışmaların yapılması konusunda mutabakat sağlandığını açıkladı. Bu aynı zamanda ABD’ye verilmiş bir “ben sana bağımlı değilim” mesajıydı.

İsrail güdümlü ABD, Türkiye’de Gladyo yapılanması üzerinden, hükümet devirmeye alışmıştı. Böylece savaşmaya gerek kalmadan Türkiye’nin kendi menfaatleri doğrultusunda yönetilmesini sağlayabiliyordu. Bunun örneklerini, yakın tarihimizde birer kara leke olan 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi birçok süreçte gördük. Ama artık şartlar değişti. ABD’nin ve İsrail’in kucağına oturmaya alışmış bürokratik elitlerimiz ve birçok pis işin maşası olan Ergenekon da eski gücüne sahip değil.

Ama yine de dışarıdan baskı yaparak Türkiye’yi uluslar arası kamuoyunda yalnızlaştırmaya ve istikrarsızlaştırmaya çalışması muhtemel olan ittifakın içerideki köklerini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu kökleri kurutmak elzemdir ve bu iş ancak adaletin tesisi ile mümkün olur. Ve unutulmamalıdır ki adaletin tesisi, hariçten gelecek risklere zemin oluşmasını engellemek için değil, hakkaniyetin gereği olarak sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde her platformda dik ve sağlam durulabilir.

Hamza Yardımcıoğlu
10.10.2010